NFK-FAN

ÜSTAD NECİP FAZIL

POETIKA

1 ŞAİR
Arı bal yapar, fakat balı izah edemez.
Ağaçtan düşen elma da arz cazibesi kanunundan habersizdir.
Şairi, cemat, nebat ve hayvandaki vasıflar gibi, kendi ilim ve iradesi dışındaki içgüdülerle dış tesirlerin şuursuz âleti farzetmek büyük hatâ...
• Şuur ve zat bilgisi, cematta sıfırdan başlayıp nebat ve hayvanda gittikçe kabaran bir asgariye varır, sonra insanda ilk kâmil vahidine kavuşur ve mutlak ifadesini Allah'ta bulur. Şair de, bu ilâhi idrak emanetinin, insanda, insanüstü mevhibesini temsil etmeye memur yaratık... Yahut şair, işte buna memur olması icap eden his ve fikir kutbu...
• Bir Fransız şair ve bediiyatçısı, bu memuriyetin sahibini "san'atı üzerinde düşünen şair" diye çerçeveliyor. En kaba cepheden bir görüş de olsa, bu çerçeveleyişte, İncelerin İncesi bir hikmet çizgisi var... Fransız Şair ve bediiyatçısına göre, san'atı üzerinde düşünmeyen şair, kuyruğuna basılınca inleyen hayvancıktan farksız...
• Heyhat ki, ulvî idrâk memuriyetinin mazharı şair, memuriyetini bizzat şuurluştıramayınca, üstün idrâk kıvamına erişemeyince, sadece kör ve sığ duygu plânına mıhlı kalınca, insan postu içinde hayvanda bile bulunmayan bir bönlük, bir yersizlik arzeder. Böyleleri de, ehramın kaidesiyle zirvesi arasındaki mesafe farkına eş, şair kalabalığının yüzde doksan dokuzudur.
• Şair, san'atının olanca "nasıl" ve "niçin"iyle kelâm mevcelerini tasarruf cehdine memur...
• Şair, his cephesinden, daha ilk nefeste vecd çözülüşleriyle yere seriliveren bir afyon, tiryakisi; fikir cephesinden de, bu afyonu esrarlı havanlarda hazırlayan ve tek miligramının tek hücre üzerindeki tesirini hesaplayan bir simyacı...
• Şair ne yaptığının yanısıra, niçin ve nasıl yaptığının ilmine muhtaç ve üstün marifetinin sırrına müştak, bir tılsım ustasıdır.
 
2 ŞİİR
• "Şiir nedir?" suali çok eski ve pek çetin... Bu sual, insanoğluna (Aristo)dan bugüne kadar duman kıvrımlarındaki muadelenin tesbiti kadar zor göründü. Bu yüzden gayet âdi laflar ettiler. (Aristo) dan (Pol Valeri) ye kadar bütün poetik fikirciler, ya sahilsiz bir tecrit denizinde boyuna açıldılar; yahut aşağının bayağısı birtakım kaba tekerlemelere düştüler. Hepsi bu kadar... Ve şiirin ne olduğu, her büyük mefhum gibi meçhul kaldı.
• İlk poetika fikircisi (Aristo) ya göre, şiir, eşya ve hâdiseleri taklitten ibarettir. Sonunculara göre ise (Valeri vesaire) kaba bir his âleti olmak yerine, girift bir idrâk cihazı.,. Baştakilere göre şiir, en basit ve umumî temayül içinde zaptedilmek istenirken, sonunculara göre, hususî kalıplar içinde fikrin tahassüs edasına bürünmesi şeklinde tarif edilmek isteniyor. Bu tariflerin başında ve sonunda, şiiri merkezleştiren haysiyetli bir muhit ile, şiir muhitini kuran ulvî merkezden bir eser yoktur.
• Bizce şiir, mutlak hakikati arama işidir. Eşya ve hâdiselerin, bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahcup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve nisbetlerini bularak mutlak hakikati arama işi...
• Nebatlaşmaya doğru giden cemat, hayvanlaşmaya doğru giden nebat, insanoğluna giden hayvan, en sonra da kendisini aşmaya doğru giden insanın, hulâsa bütün âlemin; akan su , uçan kuş ve düşünen insanla beraber, bilerek veya bilmeyerek cezbesine sürüklendiği mutlak hakikati aramak yolunda, çocukça, cambazca ve kahramanca bir usul... Sırdaşlık ve lâubalilikte en verimli ve en pervasız, kaba fayda ve kuru akılda da en boynu bükük ve en korkak cehd ve onun usûlü...
Şiir budur...
• Şiir, mutlak hakikati aramakta, fevkalâde sarp ve dolambaçlı, fakat kestirme ve imtiyazlı bir keçi yoludur. Oradan kalabalıklar değil, gözcüler, işaret memurları ve kılavuzlar geçer. Şiir söyleyen, onu gerçek söyleyen, kılavuzdur...
• Şiir, beş hassemizi kaynaştırıcı idrâk mihrakında, maddî ve manevî bütün eşya ve hâdiselerin maverasına sıçramak isteyen, küstah ve başıboş kıvılcımlar mahrekidir. O, bir noktaya varmanın değil, en varılmaz noktayı sonsuz ve hudutsuz aramanın davasıdır. Maddî ve manevî, eşya ve hâdiselerin maverasında karargâh olan mutlak hakikat kapısı önünde, ebedî bir fener alayı...
Şiir budur.
• Mutlak hakikat Allah'tır.
• Ve şiirin, ister O'na inanan ve ister inanmayan elinde, ister bilerek ve ister bilmeyerek, O'nu aramaktan başka vazifesi yoktur.
• Şiir, Allah'ı sır ve güzellik yolundan arama işidir.
 
3 ŞİİRDE USUL
• Evet; şiir, herşey gibi, bütün madde bükülüşleri ve mânâ kollariyle birlikte, mutlak hakikatin arayıcısıdır. Onun başlıca hususiyet ve mümtaziyeti bu arayıcılıktaki usulünden gelir.
• şiir dışında mutlak hakikat arayıcılığını apaçık temsil eden müessese eğer ilimse, şiirin usulünü ayırt edebilmek için ikisini yanyana getirmeli ve kıyaslamalı... İlim, hakikati, akıl yolundan akılla çerçevelendirerek, aklın takatini esas tutarak, attığı her adımı ötekine bağlayarak, yolu daima açık ve mahfuz bulundurarak, ulaştığı her merhalenin hesabını vererek ve daima sebebe bağlıyarak arar; ve âlet diye fikri kullanır; şiir ise âlet diye yine fikri kullanır; fakat ona hiçbir ırgatlık İşi vermez, meşakkat çektirmez, onu kendi tahlilci yürüyüşüne bırakmaz, zaman ve mekân kayıtlarının üstüne doğru iter, izah ve hesap yollarını açık ve mahfuz bulundurmaksızın ve sebep aramaksızın bir ânda büyük netice ve terkibe fırlatır.
• İlim, mutlak hakikati, polis tavriyle arar. Beldesi, mahallesi, karakolu, nöbet kulübesi, geçtiği sokaklar, çaldığı kapılar, işbölümü, vazifesi, vakti, imkânları, hülâsa bütün zaman ve mekân ölçüleriyle tabak gibi açık ve meydandadır.
• Ya şiir?., o, mutlak hakikati hırsız gibi arar. Hiçbir şeyi belli değildir; hattâ ismi ve cismi bile... Karanlık gibi, şeffaf camlardan sızacak; dumanların asansörüne binip bacalardan inecek, nefes alınca kapılardan sığmayacak, nefes verince de anahtar deliklerinden süzülüverecektir.
• Biri mesuliyetli bir tahlil, öbürü mesuliyetsiz bir terkip...
• Biri, ağacın yemişine, taş taş duvar örerek ve her taşa üstündekileri taşıtarak yükselir; öbürü iki dizi üzerinde yaylanıp zıplar.
• Biri, ilim, aslî gayesinden uzaklaşa uzaklaşa, birtakım müşahhas eşya ve hâdiselerin amelî fayda noktalarını avlar ve mücerretten müşahhasa döner; öbürü, şiir gayesine yaklaşa yaklaşa teşhis vesilesi diye kullandığı aynı eşya ve hâdiselerin amelî sevk ve idare kanunlarından uzak yaşar ve müşahhastan mücerrede kıvrılır.
• İlimde tecrit, teşhis için; şiirde teşhis, tecrit içindir. Bu yüzdendir ki, tecritte kalan ilimlere, sanat (felsefe) ismi verilirken, teşhiste kalan şiire de davulculuk zanaatı gözüyle bakılır. Bütün kaba meddahlar, (didaktik) ve (politik) şairler bu soydandır.
• İlmin usulünde tebliğ, şiirin usulünde de telkin vardır.
• Şiirde tebliğ, kaba davulculuk; telkin ise sihirli kemancılık...
• Şiirin usulü, mutlak hakikati aramaya doğru müşahhas tezahür gergefinde tecrit ve terkiplerin en girift ve en muhteşemlerini örgüleştirerek, kâh onları bütün düğümlerinden çözerek ve kâh yepyeni düğümlere bağlayarak, idrâki tek ân içinde eşya ve hâdiselerin maverasına sıçratabilmektir.
 
4 ŞİİRDE GAYE
• Ana gayesi, mutlak hakikati usûllerin en ince ve en giriftiyle aramak olan şiir... İşte şiir ve gayesi!... Evet, şiirin bu en gizli ve en mücerret gaye etrafında müşahhas ve soydaş gayeleri güzellik, heyecan, ahenk, eda gibi işporta malı ölçülerden evvel ve sonra, remzîlik ve sırrîliktir.
• Hiçbir şiir yoktur ki, vezin ve kafiye gibi şiiri âdi lâf tertiplerinden ayıran birtakım dış ve kolay nisbetlere bürünebilmek ustalığı yüzü suyu hürmetine, yalancı iklimini gerçekleştirebilsin; ve balmumundan yemişlerini sahici diye sürebilsin...
• Sırtına bal sürüp tavus tüylerinin üstünde yuvarlanan ve sonra tavuslar meclisine girmeye yeltenen meşhur karganın talihine güven yoktur. Böyle talihler, mâlik bulundukları hilkat ve tabiat ifadesinin dış plânda taklitçisi sahte özenişlerle bilhassa şiir sahasında hemen enselenmeye mahkûmdurlar.
• Şiirde, esas bakımından bir iç protoplazma vardır ki, bütün kalıp ve vasıtalardan mücerrettir. Bu da, şiirin en belirli ve en soydaş ikinci gayesi olarak, onun remzi ve sırri bünyesidir.
• O kelâm tarzı ki, kasaların şifreleri gibi, bir şey bildirmekten ziyade, bir şeyi saklamaya memurdur, "Ne söyledi?" yerine "nasıl söyledi?" kaygısından başka gaye tanımaz. İşte bu kelâm tarzının ismi şiirdir.
• Hiçbir şiirde "ne söyledi?" yok, "nasıl söyledi?" vardır. Şiirdeki bu "nasıl söyledi?" seciyesi, onun "ne söyledi?" cephesini peçeleyen ve mânâsının dış yekûnunu iç delâlete tâbi kılan bir remzdir.
• Her remzde "gizli"den bir işaret ve her gizlilik İşaretinde sırdan bir haber vardır.
• En büyük gizli, Allah'tır. Ve şiir üstün manâsıyla sadece Allah'ı arayan bir âlet olduğu için, ister güneşten bahsetsin, ister kertenkeleden, eşya ve hâdiseleri kuşatıcı namütenahi ince girift nisbetler içinde, Allah'ın hudutsuz sanatındaki sonsuz mimarînin bir kapısından girip bir kapısından çıkmaya memurdur. Böylece şiir, kördüğümlerin en belâlıları arasından süzülerek, daima bulduğu şeyin arkasında kalmaya mahkûm başka bir "bulunacak şey" arar. Şair ise, işte bu soydan "bulunacak şey'lere yol açtığı nisbette sanatkâr; onları çıkmaz sokaklara tıkadığı nisbette de basit bir davulcu olarak kalır.
• "Allah'ın sır hazinesi Arş'ın altındadır ve anahtarı şairlerin diline verilmiştir" buyuran İlâhî Vahyin mukaddes dudakları, her hâdisede olduğu gibi, bütün bir (poetik-şiir hikmeti) dâvasında da tek cümlenin esrarlı menşuru içinde ve hiçbir fâninin ulaşamayacağı nisbette şiir hakikatini renk ve çizgiye boğmuştur. Bizse hangi istikametten gelsek o tek istikametin eşiğinde ve tüylerimizi diken diken eden bir vecdin baskısı altında kendi öz ve küçük hakikatimizi de, yine ve daima tek hakikat gibi, Allah Resulünün mukaddes dudaklarında görüyor ve bu yeni ve bu en çarpıcı delile, topyekûn Hakikat Sultanının eliyle nail oluyoruz.
• Böyle olunca şiir, sonu bulunmaz, dibine varılmaz, etrafı çerçeveye alınmaz iç delâletlerin, maske altında maske, maske altında maskesi olarak, üstün gayesini, remzî ve sırri mahiyetinde hülâsa edici ulvî bir idrâk makamı halinde karşımızda âbideleşiyor.
• Şiirin üstün gayesi, âlimlerin namütenahi kesret ifadesi içinde büyük ve merkezi vahdete doğru, içice remz ve sır helezonlarından kayacak, harikulade çevik ve ince bünyenin heykeltraşlığıdır.
 
5 ŞİİRİN UNSURLARI
• Şiirde başlıca iki büyük unsur vardır: His, fikir...
• Şiir, düşüncenin duygulaşması, duygunun da düşünceleşmesi şeklinde, bu iki unsurdan herbirinin öbürünü kendi nefsine irca etmek İsteyişindeki mesud med ve cezirden doğar.
• His, fikir olmaya, fikir de his olmaya doğru kıvrımlaşmaya başlayıncadır ki, kıvrımlar arasındaki halkaların içinde, sanat, karargâhını kurar.
• Şiirin ana maddesi sayılan ham ve cılk duygu; ve şiire en uzak nesne bilinen sert ve kuru düşünce teker teker yalnız kaldıkça hiçbir şiir, zarfını kendi başına imlâ etmek talihine eremez. Bunlardan ilki, kulağı çekildikçe ağlayan köpek yavrusundan, ikincisi de eşya dersleri kadrosundan birer âdi sestir.
• Şiirin ana unsurunu, altın yüzüğün elmas taşını çepçevre ve diş diş kavraması gibi, en yüksek his kutbu tarafından pençelenmiş en yüksek fikir kutbu diye hülâsa edebiliriz. Bu nisbetin aksi de doğrudur.
• Şiir, tek kelimeyle üstün idrâktir; ve idrâk yolunda basit ve kuru fikrin koltuk değneklerini elinden alıp onu en karanlık sezişlerin üzerine çeken ve ışık hıziyle uçuran sihirli seccadedir.
• Demek ki, şiir, (klor) ile (sodyum) un bir araya gelince kurduğu ve ayrı ayrı bunlardan hiç birine benzemeyen esrarlı tuz terkibindeki sırra eştir. Her terkipte olduğu gibi, hisle fikir arasında bir "fasl-ı müşterek" ara çizgi hâdisesi...
• Fakat hisle fikir arasında bu katışma ve birbirini birbirinin üzerine çekme dâvasında en ince nokta, şiirde fikre düşen tagayyür ve istihalenin, hisse düşen tagayyür ve istihaleden bir derece daha fazla oluşu...
• Zira içine tek damla fikir düşen his, aslında baştan başa yeni renk pırıltıları kazanacak bir bünye sahibi olduğu halde, fikir, tahassüs edası haline gelebilmek ve girişeceği müthiş (akrobasi) ile kemiklerini ve kılçıklarını kaybedecek kadar yumuşayabilmek için, en kuvvetli ve nadir duygu muamelelerine muhtaçtır.
• Öyle ki, şiirde kuru ve kaba fikir, mâden suyunda çelik ve pancarda şeker gibi, kendi aslî maddesi ve rengiyle görünmeyecek, tâbi olduğu büyük duygu hamurunun ana rengi içinde inhilâl edecek, yoklara karışacaktır, Yâni fikir histe fâni olacaktır.
• Netice ve teşhis: Şiirde temel unsur, tahassüs edası şekline bürünebilmiş gizli fikirdir.
 
6 ŞİİRDE KÜTÜK VE NAKIŞ
• Şiir nescini ören iç ve dış unsurlar, onda, iki büyük ve ayrı vücuda yer verir: Kütük ve nakış...
• Kütük şiirin ana maddesi, his ve fikir yekûnundan ibaret muhtevası...
• Nakış da, bütün bu his ve fikir muhtevasının (ambalaj) zerafeti, (estetik) ve (fonetik) havası, giyim ve kuşam oyunu...
• Şiirde kütük ve nakış meselesini, ezelî ve ebedî zarf ve mazruf hikâyesinin en girift ve en esrarlı mevzuu diye alalım.
• (Masif) bir maun kütlesinin üzerine İşlenmiş (stil) bir koltuk... Kütük ve nakış dâvası, bu koltukta, müşahhas ifadelerin en belirlisine kavuşmuştur. Koltuk maun olduğu için bütün bu nakışlara ve şekil dalgalanışlarına imkân vermiş; bütün bu nakışlar ve şekil dalgalanışları da; nakşını üzerine kazıyabilmek için mauna muhtaç olmuş, onu bulmuştur. Âdî tahta üzerine nakış yapılamaz.
• Kütük ve nakış arasında, (A-B) çizgisinin aynı zamanda (A) dan (B) ye ve (B) den (A) ya doğru cereyanda olması gibi daimî bir nâkilliyet vardır. Başka türlü şiir telinden cereyan geçemez.
• Madde 1: "Hem kütüğü var, hem nakışı..." Madde 2-, "Kütüğü var, nakışı yok..." Madde 3: "Nakışı var, kütüğü yok..." Madde 4: "Ne kütüğü var ne nakışı..." Şair, bu 4 sınıftan birine girmeye mahkûmdur. Birinci sınıf, (Omeros) dan (Rembo) ya ve İmreulkays'dan Şeyh Galib'e kadar, ne mektep, ne devir, ne şu, ne bu; bütün fâni ve günübirlik irca ve kıyasların üstünde kanat çırpmış ve mütearifeleşmiş büyük sanatkârlara göredir, ikinci sınıf, şiiri fikre âlet diye kullanan tebliğci mizaçlar... Üçüncü sınıf, pastanın unundan ve has ekmekten habersiz, basit kremacı ve köpükçüler; dördüncü sınıf da, aşağının bayağısı yelteniciler kadrosu... Bu ölçülere, kolayca zihninizde örnek tedarik edebilirsiniz.
• Devlerin kadrosu olan birinci sınıftan sonraki sırmalı ve şatafatlı cüceler arasında, gözbağcılığında en talihli ve tehlikeli sahteciler, üçüncü sınıfın ustalarıdır. Bunlar mevhum sarihlar üzerinde son derece maharetli nakışlar çekerek, kendilerini bürüdükleri sahte esrar bulutları içinde, şiirin bulunmaz elmasını gagalarında gösteren yalancı zümrüdüankalardır. Ve işleri güçleri içi saman tozu dolu pastaların dışını süslemektir.
• Kendi içinde derece derece olan kütük kıymetiyle, yine kendi içinde derece derece olan nakış değeri, üstüste gelip ve âhenklerin en mes'uduna bürünüp kucaklaşıncadır ki, şiirin sâf ve gerçek rengi doğar; ve bu renk altında üç buudiyle şiir dünyası kabartmalaşır, satıh üstü çıkartma kâğıdı oyunundan kurtulur. Dâva, işte bu mes'ut ahengi sezebilmekte ve pişirebilmekte...
 
7 ŞİİRDE ŞEKİL VE KALIP
• Kâinat manzumesinde ruh ve madde arasındaki sıkı ve mahrem münasebet, şiirde de o şiirin iç nefesiyle dış kalıbını karşılıklı olarak birbirinde tecelli etmeye davet eder.
• Şiirin iç nefesi mutlaka dış kalıbını arayacak ve onu fâtihçe zaptedecektir. Başka türlü şiir namevcuttur.
• Şekil ve kalıp mânânın iskeletidir. Bütün dâva, iskeletlerimizi sonsuz san'atiyle ve namütenahi güzel giydiren Allah'ın verdiği hikmet dersine bakıp ondan alınacak paylar ve hadler içinde, mânâ iskeletlerine Surat ve vücut geçirebilmekte...
• İnsanların güzel ve çirkinine bakarken iskeletlerini göremeyiz, Görebilseydik hepsinin iskelette birleşmiş olduğunu görürdük. Nitekim (Röntgen) camının gözlüğünde güzel ve çirkin olmasa gerek...
• Öyleyse bir şiire baktığımız zaman da onun iskeletini görmemeliyiz. Görmemeliyiz ki, gözlerine, dudaklarına, belinin inceliğine ve bacaklarına ve bütün bunların bir arada düğüm halindeki toplu endamına hayran olabilelim.
• Yine öyleyse şiirde şekil ve kalıp, görünen, tebrik ve ziyaret kabul eden bir ev sahibi değil, ev sahibinin boyunbağından evin paspasına kadar elini değdirmedik nokta bırakmamış, sonra mutfağa çekilip kapanmış, son derece titiz ve hamarat bir hizmetçidir. Ama, öylesine bir hizmetçidir ki, o giderse efendi kalmaz.
• Şiirde şekil ve kalıp, zatiyle şekil ve kalıp olarak haykırdığı, "ben buradayım" dediği nisbette o şiir kötüdür. O zaman o şiiri, gözlerindeki çukura alçı dökülmüş ve üzerine kömürle kaş, kirpik ve göz oturtmaya çalışılmış bir iskelet kafasına benzetsek yanlış olmaz.
• şâir, mutlaka bir şekil ve kalıba bağlı olan; fakat onu aştığı, gizlediği, peçelediği ve mânâyı ve edayı onun verâsından devşirebildiği nisbette nadirleşen büyük ustadır,
• Ancak şekil ve kalıbın koltuk değnekleriyle yürüyebilen nazımcı bir tarafa, harikulade bir (step) temposu içinde elindeki şekil ve kalıp bastonunu havada döndüren şair bir tarafa... Şairde ruh, şekli gizleyemiyorsa o şair midir ki?..
• Nazım tecrübesi içinde, sırrında kambur gibi şekil ve kalıplarını taşıyanlarla, aynı şekil ve kalıpları kaburga kemikleri gibi derisinin altında gezdirenlerden ibaret iki sınıf var... Birini şekil ve kalıp, öbürü de şekil ve kalıbı ezmiştir.
• Gerçekten şekil ve kalıbı halı gibi ayağının altına alıp çiğneyemeden şair olabilmenin imkânı düşünülemez. Fakat bu, şekil ve kalıbı kaldırıp atmak, onu yok etmek değildir. Böyle bir hareketin yeri, çürük iskelet dişleri sırıtan bir şekil ve kalıp esaretinden daha aşağıdır.
• Olukta olgunlaşan damla, kopacak hale gelmeden tam bir şekil ve kalıp doldururken; arı, o harikulade verimini mumdan altı köşeli duvarlar içinde istif ederken; örümcek zikzaklı şarkısını lif lif örgüleştirirken; yemişin her nevi, lezzetine göre bir renk ve çizgi plânını işaret ederken, şekil ve kalıptaki derin sırrı hissedememek, sadece ahmaklıktır.
• Şekil ve kalıbın ana unsurları, dış ahenk, vezin, kafiye gibi kaba görünüşlü ölçülerde, herhangi bir lâfı günübirlikten sonsuza devşiren ve unutulmaz kılan birer vasıta hikmeti vardır. Ama sadece vasıtayla gaye-: erişilemez. Evvelâ uçmaya değer gövdeyi bulacaksınız ve sonra onu, inceler incesi vasıtalarla kanatlandıracaksınız. Yoksa toprakta soluyan lagar gövdelerde boş yere çırpınan kanatlar ne kadar gülünçse, o gülünçlüğe düşmemek için kanatlarını yolmuş dazlak gövdelerin uçmaya davranışı da o nisbette acındırıcıdır.
• Aynı seste birleşen kelimelerle (kafiye) aynı hece sayısını veya uzunluk ve kısalığını şekillendiren ifade vahitlerinin (vezin), büyük meçhul muadelesinden her defa fikir aldığı hissini verici bir mistiği vardır. Elverir ki, bu (mistik) onun zahirine, kalıbın da kalıbına bağlı kalınarak Örselenmesin...
• Üstün san'atkâr, sabit bir şekil ve kalıp bağlılığı içinde, her ân, her şiir, her mısra, her kelimede eski şekil ve kalıbını yenileyebilendir.
• Heyhat ki, en âdî iş şekil ve kalıpta, en ulvisi de yine onda...
• Adilik korkusiyle şekil ve kalıp firariliğini aczin en âdisi diye kabul ediniz!
 
8 ŞİİRDE İÇ ŞEKİL
• Şiirde dış şekle bağlı bir de iç şekil mevcut... Serbest şiirin gayesi, dış şekli yıkıp bu iç şekli billûrlaştırmaksa da, mekansız zaman gibi dış perde gergefini kurmadan iç mânâyı nakışlandırmak muhal...
• Şiirde dış mânâ, büyük muhteva yekûnuna giren zahirî delâlet unsurlarının heykeli; iç mânâ ise bu heykelin edasından tütücü gizli delâletler... Bunlardan biri tebliğ, öbürü telkin mevzuu...
• İşte şiirde, doğrudan doğruya, dışın dışı, iç, için içi gizli mânâların esîrî kıvrımlarını örgüleştiren edadır ki, iç şekli dokur. Bu dokunun malzemesi, yine doğrudan doğruya dış ahengin ötesindeki iç ahenk, kelimelerin dış mânâsı altındaki İç mânâ, kelime münasebetlerinde lezzetleşen mizaç tavrı ve duygu hali...
• Şiirde her kelime, kendi zatı ve öbür kelimelerle, nisbeti yönünden şairin gözünde, içine renk renk, çizgi çizgi ve yankı yankı cihanlar sığdırılmış birer esrarlı billur zerresidir. Şair bu kelimeleri göz bebeğine ve kulak zarına dayayarak seçer, dizer, kaynaştırır, bütünleştirir; ve bir simyacı hüneriyle terkibini tamamlarken, iç şekli, kendi içindeki mânâ heykeline eş olarak, kalıba döker...
• Dış kalıba esaret ve mahkûmiyet büyüdükçe iç şeklin hürriyet ve hayatiyeti tıkanırsa da, üstün san'atkâr daima dışla içi muvazene halinde tutmayı bilen ve doz sırrını bozmayandır...
• Aruz kalıbında, koltuk değneğiyle yol alırcasına, içi dışa çeken sun'i ahenk, yine büyük ustaların elinde bu sun'iliğin de üstüne sıçrayıcı bir iç ahenkle tesviyelenir ve portrede kurşun kalemle çizilmiş kaba resim kareleri böylece belirsiz hale gelir. Buna, Fuzuli, Baki, Nedim, Şeyh Galip ve daha niceleri şahit...
• Hece kalıbındaysa iç şekil mimarlığı, daha elverişli bir alete maliktir. Onda uzun ve kısa hecelerin harmanı, her ân değişik bir aruz kalıbı imtiyazını, sabit ve mecburi bir kalıba bağlı olmamak imtiyaziyle bir arada yürütebilir. Ânbeân düştüğümüz ruh haletlerinin iç şekliyle dış şekil arasındaki gayet seyyal münasebete ve içi dışa değil, dışı içe bağlayıcı san'at sırrına, Yunus Emre ve birçok halk şairini misal gösterebiliriz.
• Üstün san'atkâr, mutlaka bir dış şekil ve kalıba bağlı kalmak, onu bir işaret tablosu halinde korumak ve tam şekil ve kalıbı mistik bir unsur diye ele almak borcu altında. O şekil ve kalıbı da şekilsizliğe ve kalıpsızlığa yakın bir istiklâl tasarrufiyle icat ve ihya makamındadır.
• İç şekil, en büyük tecrit işi olan şiirin, müşahhas kalıbı üzerine binmiş mücerret ruhudur.
• Son yılların sadece maddesiyle taklit malı şekil ve kalıp düşmanlığını, bir zamanlar Mısır'daki ehramlara taş taşıyan esirlerin ihtilali diye kabul ediniz! Bu (anti-tez) köleleri sultana ne kadar yakınsa, onlar da şaire o kadar. Bunlar, cüce şairlerin şekil ve esareti altında ezilmiş, bedbaht encamlarına bakıp, hürriyeti, şekli aşmak yerine, şekli atmakta bulan idraksiz paryalar...
• Şiir ulvi nizamdır; ve cemiyetler ruhî bunalımlarını yenip nizama kavuştukları zaman şiire de nizam gelir.
 
9 ŞİİR VE CEMİYET
• Şiir, cemiyetin mu'dil oluşları İçinde, onun bütün mazisini ihtiva eden, halini gösteren ve hususiyle istikbalinden haberler getiren harikulade dolambaçlı bir rüyadır: ve tıpkı bir rüya gibi bütün bir tâbir ve tefsir mevzuudur.
• Evet, şiir hakkında "cemiyetin rüyasını ayrı bir rüya üslûbiyle anlatan bir tabirname" diyebilirsiniz. Bir tabirname ki, o da ayrı bir rüya gibi ayrıca tâbire muhtaç...
• Cemiyet, iç ve gizli hayatiyle uyur; ve rüyasını şair görür ve sayıklamalarını şair zapteder.
• O halde Şiir, bir cemiyetin topyekûn his ve fikır hayatını tefahhus ve murakabe eden başlıca rasat merkezidir; ve ışıkları daima tam ve müstakil bir fert menşurundan süzüldüğü halde ferdîlikle hiçbir alâkası yoktur.
• Şiir, bütün şahsî mahremiyetleri ve zatî aidiyetleriyle yüzde yüz fert perdesi üzerinde cemiyetteki tefekkür ve tahassüs haletinin en nâdir ve mükemmel aksidir.
• Bunun içindir ki şiir, fikrî içtimaî, siyasî, tarihî, hissi, bedii, iktisadi, beledî, bütün dâvaları, dertleri, hasretleri, hamleleri, ihtinakları, ihtirasları ve ıstıraplariyle cemiyet ruhunun, tek fen üzerinde bilvasıta en derin kaynaşma ve girdaplaşma zemini diye gösterilebilir.
• Böylece şairde, ister memuriyetinden haberi olsun, ister olmasın, cemiyetinin gelecek günlere doğru felâket ve saadetlerini besteleyen ve daima gaibi İstintak eden üstün bir (medyum) seciyesi beliriyor; ve şair, Allah'ın kendisine bahşettiği nurla, cemiyetinin gerilere ve ilerilere doğru mânâsını temsil edebildiği nisbette mertebeleniyor.
• (Omeros) kendisinden birkaç asır sonraki büyük Atina devrinin ne nisbette ifadecisi olduysa (Şekspir), üstünde güneşin batmadığı bir imparatorluk haşmetine bağlı bir (melankoli)nin ve (Bodler) 19'uncu asrı takip edecek olan büyük ihtinak ve hafakan devresinin öylece habercileri oldular. (Göte), (Bismark)'tan evvel Alman ittihadını gerçekleştirdi ve Sadi, gerilere doğru bütün bir Fars medeniyetinin İslâm ışığından sonra en olgun yemişini verdi.
• Bütün insan, hayvan, nebat ve cemat kadrosiyle bütün bir cemiyetin bütün iş ve hareket yığını içinde hiçbir hâdise gösterilemez ki, erimiş, rengini ve şeklini değiştirmiş olarak şairin ruhundaki tesirler bulamacına dahil olmasın ve binbir çiçekten süzülmüş bal gibi umumî ve rayihadar bir lezzet ifadesi içinde cemiyetinin hususî nefesini yaşatmasın.
• Şiir, şair, cemiyet ve maşeri ruh arasındaki münasebet bunlardan her birinin ötekine yan gözle bakmasına rağmen sımsıkı bir haşrü neşr havası kurar.
• Şiir ve şair, cemiyetin en mahrem ve en sadık, en gerçek ve en emin münadileridir.
 
10 ŞİİR VE HAYAT
• Şair, belki de ilk şairden beri, bir tarafiyle dev adam, bir tarafiyle de hafif ve maskara bir havaî ve ilcaî bilinir.
• Şairin, aslındaki ulvî mânâya rağmen hamuruna bu ekşiliği katan, onun kendi ulviyetini her cephesiyle tahkim edememekte gösterdiği hâl ve bir kuvvet ve üstünlüğe karşılık umumiyetle başka cephelerde rastladığı nisbetsizliktir ve nihayet besbellidir ki, bu hâl, hilkatin bir sırrı olarak, bir melekeyi üstünleştirirken çok defa öbür melekeleri zayıf bırakan bir umumiyet ifadesi ve ekseriyet düsturudur. Fakat hususiyet ifadelerinin en parlaklarından biri olan şair hüviyetinde şiir ve fikir kıymetleri en büyük kıvamlarda birleşince iş tamamiyle tersine döner.
• Zira şair, şiirde tam ve mükemmel olunca yâni en mahrem fikri şiirden ve en has şiiri fikirden süzmeye başlayınca, cihanda görmediği ve ölçülendirmediği istikâmet kalmaz; o zaman da onun şairliği, insanlığı ve hayat adamlığı, birbiriyle mebsuten mütenasip bir âhenge girer.
• Şair, Çemişkezek'teki yarı deli Durmuş'un (Şarlo) kılığında dolaşması gibi, şiiri, basit bir hissilik ve nebatilik plânında bir taklit işi olarak ele aldığı nispette, hava ve ilca adamı görünmeye mahkûmdur. İlk şairdenberi şair, büyük kalabalık ifadesiyle hep bu türlü; ender ve baş örnekleriyle de öbür türlü olmuştur.
• Bilen ve bilmeyen her ferdimizle hepimiz bu dünyaya, bizzat Allah'ın ferman ettiği gibi, Allah'ı aramaya, bulmaya, onun sırları ve hikmetleri etrafında "körebe" oynamaya ve ona ibadet etmeye geldik. Onun içindir ki, marangoz, yonttuğu tahtada onun, politikacı güttüğü cemiyette onun, şair de yuğurduğu kelimelerde onun sırları ve hikmetleriyle çevrilidir. Şu kadar ki, aynı namütenahi sır ve hikmetin sardığı bir ayakkabı eskicisiyle şair arasındaki fark, şairin bizzat ve şuurlu olarak bu sır ve hikmetin ta merkezine ve doğrudan doğruya İlâhî remze bağlı yaratılmış olmak haysiyetidir.
• Bu bakımdan şair, dâva ve memuriyetini tam şuurlaştırmak ve ulviyetinin nisbet ifadesini her sahada tecelli ettirmek mazhariyetine, yâni tam ve üstün şairliğe erince, mesleklerin en saygılısına; bunu yapamayınca da temizlik amelesinden daha aşağı ve üstelik serseri, başıboş ve şeriri bir tip ifade eden mesleksizlik mesleğine mensup kalmaya mahkûmdur.
• Nasıl gayelerin en ilerisi olan îlâhî marifet ve tasavvufta, İlâhî cezbe istihdamının akıl ve muavazeneden mahrum ettiği perişan meczup tipleri varsa ve nasıl en büyük değer, cezbesini içinde zaptetmiş ve tekrar akıl ve muvazeneye iade edilmiş irşada memur yüksek velîde ise, şair de, bu üstünlerin üstünü dereceye kıyas ve teşbihten uzak olarak irşada memur velînin hikmetine yaklaşabileceği nisbette hayatın her şubesini o şubeye ait başka insanlardan daha kuvvetle kucaklayacak ve cemiyetin güdücülük makamlarına oturtulacak bir ehliyet kazanır.
• Şiir yazan devlet reislerini biliyoruz; fakat devlet reisliği yapan şairler görmedik. Bizim yekpare ve esasların esasına bağlı dünya görüşümüzde şair ve san'atkâr, devlet reisi olması aslâ şart olmayan, fakat icabında en yüksek devlet reisini kendi kadrosu içinden çıkarınca kimsenin hayret ve istiğraba düşmesi gerekmeyen bir hüviyet ve şahsiyettir.
• Bu hüviyet ve şahsiyet içinde şair, evinin, kılığının, sokağının nizamından, insan, cemiyet ve her türlü dünya nizamına kadar bütün merkezleriyle hayatı kucaklayıcı bir kürsü sahibidir.
 
11 ŞİİR VE DİN
• Dinin olmadığı yerde hiçbir şey yoktur; yokluk bile yok... Şiir ve san'atsa hiç yok...
• Büyük bir Fransız romancısı, romana ait bir incelemesinde, Allah'a inanmayan bir cemiyetin romanı olamayacağını ileriye sürer. Zira böyle bir cemiyette her şey düpedüz, yavan, basit ve kabadır ve orada hiçbir ruh ukdesine yer yoktur. Halbuki sevap ve onun bütün icaplariyle bira-rada, günah ve onun bütün bu çileleri, insan ruhunu terkip eden başlıca müessirdir; ve Allah'a inanmayan bir insan topluluğunda fert ruhu, yivleri törpülenmiş bir (plâk) gibi sesini kaybetmiş ve birkaç hayvanı ve ne'batî insiyaktan başka hiçbir verimi kalmamış, pas, küf, nasır ve kabuktan ibaret bir mevcuttur. Böylece, Allah'a inanmayan bir cemiyette, romancı, bütün saadetleri ve dertleriyle ve namütenahi girift ve karışık topoğrafyasiyle ruh ukdelerini kaybedince, sermayesini ve dayanağını kaybetmiş olur ve orda roman olmaz.
• Dinsiz cemiyetlerde gerçek ve derin romanın yaşayamıyacağına ait bu misal, hakikatte insanın yaşayamıyacağına birkaç basit madde hesabı ve birkaç kaba madde tesisinden başka, ruh köküne dayalı hiçbir şeyin ayakta duramayacağına bağlı bir hikmettir; ve bu arada şiir gibi insan ruhunun en nadir buğusu, tıpkı bir renk, bir ışık, bir rayiha, bir gölge, bir ses gibi en önce uçmuş, gitmiştir
• Bütün şubeleriyle bütün san'atın ana dayanakları olan mavera humması, fanilik kaygısı, ıstırap, ihtilâç, vecd, aşk, şüphe, kıskançlık, ihtiras, infial, kendi kendisini aşma cehdi ve gaibi istintak hamlesi, ancak, müsbet ve menfî, din kadrosunun malı olan bu kıymetlerin kaynağını elde tutmakla mümkün olur ve bu kaynağın zaafından evvelâ şiir incinir.
• Şair ki, Allah'ın mahrem ülkesi meçhuller âleminin derbeder seyyahıdır, Allahsız bir cemiyette, elektrik cereyanı kesilmiş bir şehrin meydan yerindeki fener gibi sönecek; ve hâdiselerin en gizli nabızlarını saymaktan ibaret memuriyet hikmetini kaybedecektir.
• Allah'ı bulamamacasına aramak, ebediyen aramak olan şiirin gayesi, ilk dayanak ve çıkış noktası olarak din temeline muhtaçtır.
• Şair, madde değil de mânâ halinde cami kapılarının önünü dolduran Allah dilencilerinin en güzelidir.
 
12 ŞİİR VE MÜSBET İLİMLER
• Şiir ve müsbet bilgiler... Mesele bunların bulamacını tutturabilmekte; ve birini öbüründen gocundurmayacak, birini öbürüne muhtaç, birini öbürüyle alâkalı hale getirmekte..
• Şiir, cemiyette, müsbet bilgilerin ruhu, heyecanı, his iklimi haline gelecektir.
• Madde münasebetlerini zahirî ve amelî plânda faydalaştırmak ve kanunlaştırmaktan ibaret olan müsbet ilimler, her yeni keşfiyle insan ruhunda açtığı gediği şiirle kapayamadıkça, insan gitgide bir (robot) haline gelmeye mahkûmdur.
• 19'uncu Asrın İkinci yarısından itibaren başlayan büyük ruh ve fikir buhranı, başını alıp dolu dizgin boşanan müsbet ilim buluşlarının şiir ve fikirle payandalaştırılamayışından doğdu.
• Büyük mütefekkir (Şarlo)'nun beyaz perdede (Yeni Zamanlar) kordelâsı, ruhun tahakkümünden kurtulan makineyi ve onun karşısında insanı, bütün gülünecek ve ağlanacak halleriyle müşahede ve tesbit etmiş bulunuyor.
• Otomobillerin 250, tayyarelerin 1000 kilometre hızla aktığı, bir düğmeye basar basmaz, hesap makinelerinin muhasebe hülâsaları çıkardığı, camdan kumaş yapıldığı ve ölü gözünden körlere göz uydurulduğu bir cemiyette bütün bunların yeni hassasiyetini getirecek yeni bir şiir lâzımdır.
• Sinsiyle buharın, motorun, elektriğin ve atom bombasının ve füzenin şairlerini aramaya mecburuz.
• (Bodler), müsbet ilim keşifleri önünde bütün dayanak ve tahakküm hakkını kaybetmiş ve malihulyaya düşmüş bedbin münevverin sesiydi... (Rembo) bu sesi, buhran ve marazilikte daha ileri götürdü. (Valerî) ise aynı sesi, şiire sonsuz bir tecrid mizacı aşılamak yoluyle muvazeneye kavuşturmak istedi. Fakat kimse, müsbet ilimlerin atlı kanncasında sarhoş hale gelen insanın beklediği yeni ümit şarkısını besteleyemedi.
• 20'nci asırda müsbet ilimler ikliminin yepyeni bir iman hassasiyeti cevheri beklediğini ve onun önünde eskisinin porsuduğunu sezen bazı istidatlar, tesellisini, orada ve burada, ya makineye kölelik etmek, onun seslerini taklit etmek, makinede fâni olmak, yahut büsbütün karanlık, muvazenesizlik ve temelsizliğe sapmak şeklinde aradılar ve hiçbir çıkar yol bulamadılar.
• Aya gitmeyi; tevhit ruhu ve ilâhi kudret idrâkinin zaferi sayacakları yerde ters çıkış farkiyle küfür ve dalâletin eseri bildiler.
• Memleketimizdeki, şekilsiz, hacimsiz, muhtevasız, meselesiz, deli saçması şiirin bile, tesbitine çalıştığımız dünya buhraniyle arasında hususî bir pay vardır. Günümüzün bu abuk-sabuk şiiri bir intihardır, fakat bunların karşısında eski hava ve eski kalıplar içinde tutunmak isteyenler de asla dirilmez ve ayakta duramaz ölüler... Büyük muvazeneden ne haber?..
• Heyhat ki, henüz idam mahkûmlarının ipini bile dışardan getiren ve pantolonunun kıçındaki söküğü dikmeye yerli bir iğne yapamayan bir cemiyette, şiir, bilerek veya bilmeyerek, kendi kendisine bu çileyi yaşamaya başlar da öbür sahalarda hiçbir hamle ona eş olmazsa, o cemiyet hesabına ümit pek zayıftır.
• Şair benim gözümün önünde, içi pırıl pırıl renk ve ışık dolu bir menşur tutacak; ben de bu menşurun içinde, Amerika'daki apartmanların 151'inci katında sevgilisini özlerken birdenbire tiksinen ve her malik olduğu şeyden o andan itibaren mahrum kalan marazı genç adamla, gözlerinde (monokl)ü, tayyaresini dikine kaldıran fedai subaya kadar, müsbet bilgiler dünyasının bütün iklimini seyredeceğim.
• Şiir ve şiirle beraber saf fikir, müsbet bilgilerin el attığı her sahada, keşiflerin köpürmesi nisbetinde katmerleşen, giriftleşen büyük ve ebedi meçhule muhafızlık etmeyi beceremedikçe, İnsanda ve cemiyette muvazenesizlik her ân biraz daha derinleşecektir.
• "Devr-i daim" makinesini arayan delilere karşılık bizim beklediğimiz şair, müsbet ilimlerin önünde koşarak, san'atta "devr-i daimi bulmuş bir keşif getirmeye mecburdur. O da yeni bir ruh müeyyidesi... Yani iman...
 
13 ŞİİR VE DEVLET
• Şiir de öbür san'at şubeleri gibi, mutlaka devlet eliyle müesseseleştirilecektir. Bu mevzuda devlete düşecek vazifeleri plânlaştırmak ve tek tek belirtmek lâzımdır.
• San'atkâr, bu arada ve en başta şair, sadece, ekmek kaygısı çekmeksizin düşünebilmek, duyabilmek ve yazabilmek için devlet bütçesinden para alacak; ve buna karşılık devlete, onun millî kitaplığını zenginleştirmekten başka hiçbir şey vermiyecektir.
• Her şahsı kendi imkânları içinde başıboş bırakan demokrasyalarda, san'atkarı umumiyetle sefalete mahkûm edici bünyenin, bir taraftan da ıstırap ve zulümle onu kamçıladığı, şahlandırdığı ve binbir tezat içinde besleyip geliştirdiği muhakkaktır. Bu zamana kadar görülmüş örnekleriyle resmî himaye ve teşkilât içinde san'atın tıknefes olduğunu bilmeyen var mıdır? Fakat bu ihtimale karşı, ince ve tedbirli bir devlet himayesinin, san'atkarı cemiyet içinde başıboş bırakan (rejim)lerden bin kere daha faydalı olacağını kaydedebilirsiniz.
• San'atkarı, hem kendi eliyle müesseseleştiren, hem de onu tıknefes olmaktan koruyan tedbirli bir devlet eli, şairden, şiirin binlerce yıllık uyuzu olan methiye ve siyasî mev'ize istemez ve hattâ buna müsaade etmez.
• imanın, vecdin, aşkın bulunmadığı yerde, kaskatı kabuk ve fâni şahıs meddahlığına geçen şairi, devlet himayesindeki san'at muhitleri bir anda içlerinden tasfiye ettirici şuur ve hassasiyete daima sahip bulunacaklardır. Zira bizim mefkûrevi (rejim)imizde san'atkâr, devletten lütuf görmez; devlete lütfettiği için ondan vergi alır. Ve bizim devlet reisimizce, fâni şahsiyle meddahlık marifetine mevzu olmaktan daha ağır ve giran gelecek hiçbir şey düşünülemez.
• Şair devletten kendisine biçilen parayı alıp almamakta ve onunla dilediği gibi yaşamakta, hiçbir makama karşı mes'ul olmaksızın, hürdür. Onun tek mükellefiyeti her an hayat ve cemiyete karşı imtihan karşısında bulunmak, her an kendi kendisini aşmaya mecburiyet kaydı altında yaşamak ve belli başlı zaman çerçeveleri içinde, taahhüt ettiği eserleri vermektir.
• Sadece sâf ve hâlis san'atı himaye ve tediye etmekle mükellef devletin san'at hayatı üzerinde bütün murakabe hakkı, billûrlaştıracağı san'at kıstaslarının ruhiyle, ayrı ayrı her san'atkarı muhakeme ve o ruhun hükmüne göre o san'atkâra muameleden başka birşey değildir.
• Devlet, bütün san'at mücadelelerinde ve zümreleşmelerinde, kendi ideolocya köklerini incitmedikçe her tarafı serbest ve sözü zamana ve cemiyete bırakmaktan başka hiçbir hak sahibi olamaz.
• şair ve san'atkâr, mevzuu ve dâvası ne olursa olsun, herhangi bir şiir ve san'at hârikasına yükseldiği ânda, tacını devlet eliyle giyecek ve her türlü teşkilât müeyyidesine ve keyfiyet kıstasına malik bir cemiyet içinde Ömür sürecektir.
 
14 TOPLAM
• Şair, göğsünü didikleyici Pelikan kuşuvâri, san'atı üzerinde nefsini törpüleyen, nefsi üzerinde düşünen her ân ard arda san'atının kanunlarını heceleyen, san'atının zaman ve mekânını birbirleriyle kaynaştıran ve takoz takoz iklimini kuran mânâ mimarı...
• Şiir, ham ve cılk bir duygu hali değil, üstün mamul bir idrak işi; ve hiçbir sınırda durmaksızın mutlak hakikati ebediyyen arama faaliyeti...
• Şiirde usûl, mutlak hakikati ilmin ve açık ve hep genişliğine arayıcılığı karşısında, gizli ve hep derinliğine kollayıcılık... Böyle olunca, şiir bildirmez (tebliğ etmez), sindirir (telkin eder.)
• Şiirde gaye, kökte Allah ve mutlak hakikat olarak, dalda sırrîlik ve remzîliktir.
• Şiirde baş unsur, fikirle hissin ara çizgisi üzerinde, duygulaşmış düşüncelerdir.
• Şiirde kıymet, en büyük muhteva kütüğü üzerinde en İnce tılsım nakşı... Glüten francalası üzerinde cevhersiz krema yerine, has ekmek üstünde bal...
• Şiirde şekil ve kalıp, iskeleti giydiren Allah'ın sonsuz san'atındaki hikmete bağlı olarak, bedahet çapında bir zaruret.,. Öyle bir zaruret ki, altında kalıp ezilmemeyi, mutlaka üstüne sıçrayıp onu gütmeyi, onu aşmayı ve kendisini peçelemeyi emreder.
• Şiirde iç şekil, ruh gibi, bütün katı şiir maddelerinin, incele incele, gittikçe lâtiften lâtife geçe geçe en esîrî lâtif haline gelmiş, can özü...
• Şiir, insan yığınlarının rüya şifresi bir tabirname; şair de cemiyet mevcelerine bağlı bir anten, içtimaî bir memur, bir haberci, bir münadi...
• Şair gerçekte, kaba hayat akıntılarının sürüklediği çöp misali bir mahkûm değil, o akıntıyı kanallandırmaya muktedir, trafik idarecisi bir hâkim...
• Allah'a iman ve din olmayan bir yerde, ne göz, ne ışık, ne de görülecek şey... Ne de şiir ve san'at...
• Mutlak hakikati araştırma cehdinin adım adım kanunlaştırdığı marifetler manzumesi olarak müsbet bilgiler, iç mânâlarını ve ruh emrindeki tâbilik ölçülerini, getirdikleri yeni his iklimleri içinde şiirde bulacaktır.
• Şair, üniforma giydirdiği her şeyi sır ve cazibesinden sıyırıcı devlet elinde, inceler incesi tedbirlerle Özünü örselemekten uzak tutarak, en ileri sahabet ve himayeye hasret çeker.
• Ve nihayet şiir, olanca akıl dedikodusunun bittiği, fikir çatılarının çöktüğü, hesabın kalktığı ve adetlerin tökezlediği yerde, bütün sakar vasıtalariyle insanoğlunu sırtına alıp göklere kaldırıcı ve yumulmuş pençelerin içinde metropoller ve dünyalar taşıyıcı Hüma kuşu...
• Şiir, türlü tecelli yoliyle Allah'tan gelir; ve bütün bu perdeleri devirerek Allah'a yol açmaya doğru gider.
• Şair odur ki, renk, çizgi, ses, ahenk, hacim, pırıltı, ışık, buud, hareket, eda, mânâ, her tecelliyi şiir, şiiri de Allah için bilir.
• Şair, başları Arş'a değen Nebilerin semavî mucizeleri yanında, ayakları toprağa mıhlı, azat kabul etmez ve tâbi olarak, madde üstü sıçrayış ve maverayı kurcalayış cehdinden, mucize, aşk ve hasretinden en dokunaklı bir sözcü... Kâinatın Efendisi tarafından Peygamber hırkasının, üzerine atıldığı kelâm prensi...
Bugün 53 ziyaretçi (65 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol